Bu Blogda Ara

27 Nisan 2022 Çarşamba

Batı Felsefesinde Teodise Eleştirileri

Tanrı’nın iyi sıfatı aracılığı ile kötülüğün açıklanmasını ele alan teosidelere özellikle aydınlanma düşüncesinden sonra Batı felsefesinde eleştiriler yapılmıştır. Ancak bu eleştiriler problemi teizm-ateizm çatışması gibi bir kısır tartışmanın da dışına çıkartmıştır. Biz bu teodise eleştirilerini özellikle Batı felsefesinde önemli yere sahip iki filozofla sınırlandırmayı düşünüyoruz.  

Ele alacağımız ilk filozof David Hume’dur (ö. 1776). Hume, kötülük problemini ele alan düşünürlerin başında gelmektedir. Epiküros’un ilk olarak sorduğu sorular Hume’a göre hala cevaplanamamıştır. Hume bu soruları daha kısa bir şekilde şöyle ifade etmiştir:

“Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? O halde o eksiktir.

Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? O halde iyi niyetli değildir.

Hem gücü yetiyor hem de iyi ise o halde kötülüğün kaynağı nedir?”[1]

Hume, Epiküros’un ortaya atmış olduğu sorudan hareketle kötülük problemini ele almış olsa da konuyu Tanrı’nın varlığı ve yokluğuyla doğrudan ilişkilendirmemektedir.[2]  Bu nedenle Hume, ister doğal, ister ahlaki olsun kötülüğün varlığını savunan herhangi bir insanı ateizmle ya da dinsizlikle suçlanmanın şaşırtıcı olduğunu dile getirmiştir.[3]

Hume, doğada var olan her şeyin karşıt ilişkiler içerisinde meydana geldiğini ifade etmektedir. Başka bir deyişle düzenin sağlanması zıtlıkların bir arada olmasıyla meydana gelmektedir. Bu zıtlıklar nedensellik içerisinde var olurken, bu nedensellik açıklamasının son noktası ise nedenlerin nedeni ya da başka bir ifadeyle ilk neden olan Tanrı ile mümkündür. Tanrı açısından bakıldığında ise zıtlıklar açısından bir farklılık söz konusu değildir. Sıcak ve soğuk, Tanrı için birbirinden önem açısından ayrılmaz. Aynen sıcak ve soğuk kavramlarında olduğu gibi iyi ve kötü kavramları da Tanrı açısından aynı öneme sahiptir. Doğada var olan bu durum, yani doğal iyinin Tanrı açısından kötüden bir farkının olmaması gibi, insan ilişkilerinde de söz konusudur. Yani bir insanın iyi bir davranışta bulunması ya da bulunmaması Tanrı açısından aynı değere ve öneme sahiptir. Bu anlamda ister doğal isterse ahlaki kötülük olsun Tanrı açısından iyi ya da kötü aynı değere sahip olacaktır.[4]

Hume, bu düşüncesiyle Tanrı’nın iyi olduğu için iyiyi tercih edeceği bu nedenle de âlemde iyi olanın hâkim olacağı düşüncesine de karşı çıkmış olmaktadır. Bu genel anlamda teodise anlayışlarına yapılmış bir itiraz olarak görülebilir. Çünkü teodise anlayışlarının temelinde Tanrı’nın iyi olduğu ve âlemi de iyi üzerine yarattığı düşüncesi vardır.

Hume, ister doğada, isterse ahlaksal açıdan kötülüğe bakıldığında kötülüğün iyilikten daha fazla olduğunu iddia eder. Fakat teodiseler bunu kabul etmek yerine kötülüğün nedenlerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Ancak Hume, kötülüğe bir neden göstermenin de problemi çözmediğini iddia eder. Çünkü var olan nedensellik nedeniyle, kötülüğün dayanacağı başlangıç noktası, yine ilk neden olan Tanrı olacaktır. Tanrı’nın ilk neden olduğunu kabul etmemek bizi sonsuz nedenlere götürür. Çünkü her neden kendinden önceki bir başka nedene bağlıdır ve bizim bu nedenleri bir ilk nedene bağlamamız gerekmektedir.[5]

Hume, teodiselerin,  kötülüğün nedenini açıklamaya çalışmak gibi bir çaba olduklarını, böyle bir çabanın ise kötülüğü, her şeyin nedeni olan Tanrı’ya bağlamak anlamına geleceğini belirterek teodiseleri eleştirmiştir. Hume, teodiselerin, kötülüğün nedenini açıklamak yerine âlemde iyiliğin hâkim olduğunu kanıtlamaları gerektiğini savunur.

Batı felsefesinde önemli bir yere sahip olan bir diğer filozof da Immanuel Kant’tır (ö. 1804). Kant da, Hume gibi kötülük problemini Tanrı’nın inkârı şeklinde ele almamıştır.

Kant, teodisenin bir inanç konusu olduğunu, bilim ve felsefenin görevi olmadığını iddia etmektedir. Ancak var olan teodise açıklamalarının felsefi alanda var olan bir tartışmaya cevap verebilmek adına, akli tartışmalar olarak ortaya çıktıklarını belirtir. Böyle bir teodise açıklamasının başarılı olabilmesi için dünyanın yaratılışındaki hikmeti kapsayan bir açıklamanın getirilmesi gerektiğini savunan Kant, böyle bir açıklamanın mümkün olmadığını da kabul etmektedir. O, Allah’ın hikmetini hiç bir insanın tam olarak bilmesinin mümkün olmadığını çünkü bunun için her şeyin bilgisine sahip olmak gerektiğini belirtmektedir. Bu anlamda sadece akıl temelli teodise çalışmalarının insanlarda var olan şüpheleri giderme konusunda başarısız olduklarına dikkat çekmektedir.[6] Kant’a göre, dünyada var olan kötülüğün açıklanmasında bir teodisenin başarılı olabilmesi için üç husustan birinin açıklığa kavuşturulması gerekir. Birincisi; dünyada var olan gayeliliğe aykırı olan şeylerin gerçekten böyle olup olmadığı, ikincisi; gayeliliğe aykırı olmakla beraber mutlak bir gerçekliğinin olmadığı, ancak eşyanın tabiatı gereği kaçınılmaz bir sonuç olup olmadığı, üçüncüsü de; mutlak bir gerçek olmakla beraber, varlıkların, Tanrı’nın değil, insan veya başka bir varlığın işi olup olmadığının kanıtlanması gerekmektedir.[7]

Kant, ilahi hikmeti anlama konusunda aklı tamamen konunun dışına da itmemektedir. O, aklın sadece ilahi hikmeti anlamakta tek başına yeterli olmadığını vurgulamak istemektedir. Çünkü konu temelde inancın konusudur. Akıl ilahi hikmeti tek başına anlama konusunda yetersiz, ancak gereksiz değildir.

Kant, bizim dünyanın sanatsal bir hikmetle yaratıldığı bilgisine sahip olduğumuzdan ve bu bilgi sayesinde de pratik bir teoloji kurabileceğimizden bahseder. Aslında Kant’ın ifade ettiği, Allah’ın varlığını kanıtlamak için kullandığımız estetik kanıttır. Kant, bununla birlikte pratik aklımızın bize bu dünyanın mükemmel bir yaratıcı tarafından yaratıldığı fikrini de verdiğini ve bunun sonucunda da bizim bu dünyadaki ahlaki hikmeti de fark ettiğimizi belirtmektedir. Ancak Kant bizim tecrübe ettiğimiz dünyada sanatsal ve ahlaki hikmet arasında birlik ve uyum kuramadığımız ve kurmamızın da mümkün olmadığını ifade etmektedir. Çünkü bir insan olarak “yaratılmış” sıfatına sahibiz ve bu sıfatla Allah’ın kanunlarına itaat etmekte ve aynı zamanda da özgürce davranışta bulunmakta ve sorumluluk almaktayız. Diğer taraftan yapmış olduğumuz davranışları Allah’ın yarattığını kabul etmekteyiz. Bu durumda Allah’ın kurallarına itaat eden, özgür ve sorumluluk sahibi yaratılmış bir insanın kabulü ile insan davranışları da dahil her şeyi Allah’ın yarattığı düşüncesi ancak en yüksek bir başka dünyayı ön kabulle mümkündür. Fakat hiçbir ölümlü insan bu bilgiye sahip değildir. Doğal olarak da bir teodisenin biraz önce bahsedilen iki kabulün, (özgür ve sorumluluk sahibi insan ile her şeyi Allah’ın yarattığını kabul etmek) felsefi açıdan açıklaması mümkün değildir.[8]    

Kant teodise savunmalarının neden başarısız olduklarını açıkladıktan sonra ahlaksal açıdan insan davranışlarını ele almış ve bu bağlamda da iyi kavramını tanımlamaya çalışmıştır. Kant iyi kavramını tanımlamadan önce insan davranışlarını ele almış ve onları temelde ikiye ayırmıştır. Öznel/içsel davranışlar ve nesnel/dışsal davranışlar. Öznel/içsel davranışlar sonrası ortaya çıkan yükümlülükleri etik, nesnel/dışsal davranışlar sonrası ortaya çıkan yükümlülükleri ise hukuksal olarak değerlendirmiştir. Bu ayrımda etiğe ait yükümlülükler ödev, hukuksal yükümlükler ise baskı yükümlülükleridir. Etik ve hukuksal yükümlülükler arasındaki fark davranışın çeşidiyle değil, niteliğiyle alakalı bir farklılıktır, yani davranışın öznel/içsel ya da nesnel/dışsal olmasından kaynaklanan farklılıktır. Kant’a göre asıl olan öznel/içsel olandır. Çünkü öznel/içsel olarak istenmeyen bir davranış baskı nedeniyle yapılabilmektedir.[9]

Kant bir davranışın iyi ya da kötü olarak nitelendirilebilmesinin ancak insanın iyi olanı isteme iradesiyle alakalı olduğunu ifade etmektedir. Bir insan iyiyi istemiş ise sonuç ne olursa olsun yapmış olduğu iyidir. Kant, iyi irade sonrası kötü bir sonuç ortaya çıksa da, irade iyi olduğu için davranışı iyi olarak nitelendirmektedir. Hatta Kant’a göre, netice itibariyle iyi bir sonuç iyi istencinden daha değerli değildir. Kant için önemli olan insanın iradesi yani niyetidir. İyi niyetle başlayan bir fiil her ne sonuç verirse versin iyidir.[10] Çünkü ahlaklılık pratik faydaya dayanmaz.[11] Önemli olan pratik bir faydadan daha çok insanın ahlaki olarak iyi olanın peşinden gitmesidir. İnsan ahlaki olarak iyinin peşinden gittiğinde bu yolun sonunda Tanrı’yı bulacaktır.[12] Ancak Kant, iyi davranışta bulunmanın amacının Tanrı’ya ulaşmak olduğunu da düşünmemektedir. İyi davranmak sonuç olarak Tanrı’ya ulaştıracak olsa da, biz Tanrı’ya ulaşmak amacıyla iyi davranırsak bu durumda bir amaç için, diğer bir ifadeyle de dışsal bir yükümlülükle davranışta bulunmuş olacağımız için artık etiksel bir yükümlülük olmaktan çıkacaktır. Bu anlamda Kant, yeni bir kavram olarak en yüksek iyi kavramını kullanmaktadır. En yüksek iyi iki anlamlı bir kavramdır. En üstün olan ve yetkin olandır. Birinci anlamıyla kendisi koşulsuz olan, diğer bir ifadeyle de başka bir koşula bağlı olmayan koşuldur. İkinci anlamı ise kendi türünden daha büyük bir bütünün parçası olmayan bütün anlamındadır.[13]  Kant’ın, teodisenin bir inanç meselesi olduğunun yanında, insan davranışlarının açıklanmasında aklın rolünü de kabul ettiğini görüyoruz. Bununla birlikte o, insan açısından iyi olanın sonuç değil niyet olduğunu da belirterek problemin sübjektifliğine de dikkat çekmiştir. 

Teodise eleştirilerinin aslında problemi teizm ve atezim arasındaki kısır tartışmadan kurtardığını söylemek mümkündür. Çünkü kötülüğün varlığını savunanlar temelde Tanrı’nın olmadığı tezini ortaya koyarken, Tanrı’nın varlığını savunanlar da kötülüğü kabul etmemek gibi bir eğilime sahip olmaktaydılar. Ancak özellikle Hume’la birlikte kötülüğün varlığını savunmanın Tanrı’nın varlığının reddi olmadığı düşüncesi ağırlık kazanmaya başlamıştır.



[1] David Hume, Din Üstüne, Çev. Mete Tunçay, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1979, s.165.

[2] Mustafa Çevik, “David Hume’da Kötülük Sorunu”, Dini Araştırmalar Dergisi, Mayıs-Ağustos, 2003, C.6, s.27.

[3] David Hume, a.g.e, s.166.

[4] David Hume, a.g.e, ss.181-182.

[5] David Hume, a.g.e, s.182.

[6] Immanuel Kant, “Bütün Felsefi Teodise Denemelerinin Başarısızlığı Üzerine”, Doğu-Batı 4/ 14,2001, ss.195-196.

[7] M. Kazım Arıcan, “Kant’ın Kötülük Anlayışı ve Teodise Eleştirisi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi X/2-2006, s.231.

[8] Immanuel Kant, “Bütün Felsefi Teodise Denemelerinin Başarısızlığı Üzerine”, Doğu-Batı 4/ 14,2001, ss.196-205.

[9] Immanuel Kant, Ethica (Etik Üzerine Dersler), Çev. Oğuz Özügül, Pencere Yayınları, İstanbul, 2007, ss.47-48.

[10] Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İonna Kaçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, 2013, s. 9.

[11] Immanuel Kant, Ethica, s.54.

[12] Mehmet S. Aydın, Kant ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlak İlişkisi, Umran Yayınları, Ankara, 1981, s.20.

[13] Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2009, ss. 119-120.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Batı Felsefesinde Teodise Eleştirileri

Tanrı’nın iyi sıfatı aracılığı ile kötülüğün açıklanmasını ele alan teosidelere özellikle aydınlanma düşüncesinden sonra Batı felsefesinde e...