Âlemde bir değişim, dönüşüm ve yenilenmenin var olduğunun kabulü Antik Yunan’da tabiatçı filozoflara kadar dayanan bir düşüncedir.[1] Günümüzde ise bu anlayış süreç felsefesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu felsefenin en önemli temsilcilerinden biri Whitehead’dir (ö. 1947). Whitehead ne Tanrı ne de âlemin durağanlığını kabul etmez ve sürekli yeniliğe giden bir süreçten bahseder. Doğal olarak da varlık birbirinden tamamen soyutlanamaz bir şekilde ilişki içerisindedir.[2]
Süreç teodisesi, Whitehead’ın süreç felsefesini temel alan bir anlayıştır.[3] Bu nedenle öncelikle onun görüşlerine kısaca bakmakta fayda vardır. Whitehead, “Tanrı kavramıyla neyi kast ediyoruz?” sorusunu sorarak konuya başlar. Ona göre bu soruya üç farklı cevap verilmiştir. Birincisi, onun Doğu-Asyatik olarak isimlendirdiği ve dünyanın kendisine boyun eğdiği, düzeni sağlayan ancak şahsı da bulunmayan bir Tanrı tasavvurudur. İkincisi, yaratılmış evreni düzenleyen ve onunla ilgili karar veren ve bir zat sahibi olan Tanrı’dır. Whitehead, bu Tanrı anlayışını da semitik Tanrı olarak isimlendirir. Üçüncüsü ise, semitik Tanrı kavramına göre tanımlanan panteistik Tanrı kavramıdır. Bu Tanrı tasavvurunda, âlem ve Tanrı birlikte algılanmaktadır.[4]
Whitehead, yukarıda sözü edilen Tanrı tasavvurlarını reddeder. En başta o yaratma ile Tanrı’yı birbirinden ayırır. Ona göre yaratıcılık Tanrı’dan daha geniş bir kavramdır. Çünkü Tanrı tek başına yaratma fiilinde etkin değildir. O yarattığı varlıklarla karşılıklı etkileşim içerisinde bu yaratmayı gerçekleştirmektedir. Bunun yanında Whitehead, âlemde düzenin varlığı için Tanrı’nın varlığını şart olarak görür.[5] Bu anlamda süreç teodisesi, sınırsız Tanrı fikrinden hareket etmez ve sınırlı güce sahip ancak sürekli dünyayla etkileşim halinde bulunan bir Tanrı vardır. Bu Tanrı, bir yanı hiç değişmezken, diğer yanı gelişim içinde değişime açık bir Tanrı’dır.[6] Bu teodise anlayışında Tanrı, âlemde mevcut varlıklar arasında en güçlü varlık olmasının yanında, “olabilecek en güçlü” sıfatına sahip değildir.[7] Zira O’da hâlâ değişmekte ve gelişmeye devam etmektedir. Bu anlamda mutlak Tanrı kavramı yerine sınırlı bir Tanrı anlayışı ortaya çıkmaktadır. Mehmet S. Aydın, sınırlı Tanrı kavramını kabul edenlerin birkaç amacı olduğunu ifade etmektedir. Bu amaçlardan ilki, Tanrı’nın “kaba güçten” farkını ortaya koymaya çalışmaktır. İstediğini istediği gibi yapan bir Tanrı “despot” bir Tanrı algısı oluşturmasından dolayı bu anlayışının teizme zarar verdiğini savununlar sınırlı Tanrı kavramını kabul etmişlerdir. İkinci olarak, bunları sınırlı Tanrı anlayışını savunarak insana ahlaki alanda bir özgürlük alanı açmaya çalışmaktadırlar. Üçüncü olarak sınırlı Tanrı anlayışını savunanlar bahsedilen sınırın Tanrı tarafından belirlenen bir sınırlılık olması açısından dini anlamda da bir endişeye gerek olmadığı düşüncesine sahiptirler. Sınırları Tanrı’nın kendi iradesiyle belirlediğini kabul ederek hem mutlak Tanrı anlayışındaki Tanrı tasavvuru yıkılmayacak, hem de kötülük problemi açısından konu daha rahat izah edilebilecektir.[8] Zira Tanrı kendisini sınırladığı için acziyete düşmeyecek, bununla birlikte insana da bir özgürlük alanı doğmuş olacaktır.
Whitehead’in yukarıda bahsedilen üç Tanrı tasavvuru içerisinden teistik inançların mutlak kabul ettikleri Tanrı anlayışı semitik Tanrı ile uygunluk arz etmektedir. Bu nedenle de konuya semitik Tanrı tasavvuruyla devam edeceğiz.
Whitehead’e göre semitik Tanrı tasavvurunun iki temel problemi söz konusudur. Birincisi, Tanrı’yı metafiziksel rasyonelleşmenin dışında bırakmaktır. Çünkü bu anlayışta bilgimiz Tanrı’nın bu evreni yaratan ve düzenleyen bir varlık olduğundan ileri gidememektedir. Bunun dışında sadece Tanrı’nın yararlı olduğunu söyleyebiliriz; çünkü her şey O’nun iradesine atfedilmektedir. Yani her şey O’nun sayesinde var olabilmektedir. İkincisi, Tanrı’nın varlığını ispatlamakla ilgilidir. Çünkü gerçek bir dünya ile başlayan her delil bu dünyada kalır. Bu nedenle de bu dünyadan hareketle ortaya atılacak deliller aşkın değil içkin bir Tanrı’yı keşif için kullanılabilir.[9] Doğal olarak da böyle bir Tanrı’nın kanıtlanması mümkün değildir.
Whitehead, Tanrı tasavvurlarını eleştirdikten sonra kendi Tanrı tasavvurunu açıklar. Ona göre Tanrı, her bir yaratıcı safhada hesaba katılması zorunlu olan, fakat zamansal olmayan bil-fiil şeydir.[10] Bunun yanında Whitehead, bil-fiil olmanın sınırlandırılmış olmak olduğunu da belirtmektedir.[11] Whitehead’ın Tanrı’ya bil-fiil demesi, bu kavramın çift kutuplu yapıya sahip olmasından gelmektedir. Burada Whitehead’ın açıklamaya çalıştığı en önemli nokta şudur; ezeli objelerin, somutlaşma sürecinde (consrescence) kazandığı çokluk, bu sürecin her safhasında Tanrı’yla ( bil-fiil şey) olan münasebetiyle meydana gelir.[12] Böylece Tanrı ile âlem arasındaki ilişki de kurulmuş olur.
Süreç teodisesini savunan filozoflar, Tanrı dışındaki varlıkların da güç sahibi olduklarını ve onların da yeni işler ve durumlar meydana getirebildiklerini ifade etmektedirler. Bu nedenle süreçci filozoflar; Tanrı’nın âlemdeki en güçlü varlık olduğunu; ancak (mümkün olan) tüm güce sahip olmadığı düşüncesine sahiptirler. Zira yaratma, Tanrı’nın tek başına gerçekleştirdiği bir eylem değildir. Tanrı yaratmada sadece ana unsuru oluşturur ve diğer varlıklarla etkileşim halinde yaratır. Bu durumda yaratılan diğer varlıkların da kendilerinin iyi ve kötüyü tercih etmek için güçleri olacaktır. Yani Tanrı’nın gücü dışında kendilerine ait bir güçleri bulunmaktadır. Tanrı yaratılmış olan diğer varlıklardaki bu güce sadece ikna ederek müdahalede bulunabilir.[13] Bu durumda da yaratılmış olan her canlı da yapmış oldukları tercihlerden dolayı sorumluluk sahibi olacaktır.
Böyle bir düşünce iki temel soruna neden olacaktır. Bunlardan ilki Tanrı kavramı açısındandır. Zira Tanrı, ister inanan isterse inanmayan herkesin zihninde mükemmel bir tasavvur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir ateistin Tanrı’ya inanmama nedeni böyle bir varlığın olamayacağı düşüncesidir. Bu nedenle Süreç teodisesini savunan filozofların ortaya koydukları Tanrı, insan zihnindeki mükemmel varlık dışında bir bütünün parçasından ibaret bir varlığı tasvir etmektedir. İkincisi ise yaratmada tercihte bulunan diğer canlıların da yapmış oldukları etkiler ya da tercihler sonucunda sorumluluk sahibi olmalarıdır. Zira yaratmada tercihte bulunan bir canlı sorumluluğu gereği ödül ve cezayla karşı karşıya kalacaktır. Bu durumda ahlaki kötülük kavramı da sadece insan için değil tüm canlılar için geçerli olacaktır. Böyle bir durumda kötü davranışta bulunan bir ağacın da cezalandırılması gibi bir durum ortaya çıkacaktır.
[1] Mehmet S. Aydın, Âlemden Allah’a, Ufuk Kitapları, 2000, s.35 (bu eserden bundan sonra “Âlemden” olarak dipnot verilecektir.).
[2] Mehmet S. Aydın, Âlemden, s.42.
[3] Cafer Sadık Yaran, Kötülük, s.87.
[4] Alfred North Whitehead, Dinin Oluşumu, Çev. Mevlüt Albayrak, Alfa, 2001, ss. 90-91 (bu eserden bundan sonra “Din” olarak dipnot verilecektir.).
[5] Alfred North Whitehead, Din, ss. 121-124; Hüsamettin Yıldırım “Whitehead’de Tanrı’nın Yaratıcılığı Problemi”, FÜİFD, 2007, s.87.
[6] Alfred North Whitehead, Düşüncelerin Serüveni, Çev. Yusuf Kaplan, Külliyat Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 128-131.
[7] Cafer Sadık Yaran, Kötülük, s.88.
[8] Mehmet S. Aydın, Din, s.158.
[9] Alfred North Whitehead, Din, ss. 91-92.
[10] Alfred North Whitehead, Din, s. 112.
[11] Alfred North Whitehead, Din, s. 148.
[12] Kasım Mominov, http://www.akademiktarih.com/tarih-anabilim-dal/2130-felsefe-tarihi-aratrmalar/felsefe-tarihi-/23406-suerec-felsefesnde-ontolojk-prensplern-temellendrlmes.html, 14.07.2015.
[13] Cafer Sadık Yaran, Kötülük, s.88.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder